Yaşar ÖZTÜRK
Tarih : 29.10.2025


Cengiz Bektaş “Şiir, yazı yazar; bina okur, yapar” (2)




Sorunu belirlemekle yetinmiyor Cengiz Bektaş çözüm yollarını da gösteriyor: “Cumhuriyet'ten bu yana mimarlığımızın gelişimini, bir genel görüşle, toplumun tümel sorunlarından kopuk buluyorum. Kurtuluş savaşımızın ardından devrimlerimizin yankısını, mimarlığımızın toplu gelişme çizgisi içinde bulamamaktayız. Örneğin devrimin şiiri yazılmıştır da mimarlığı kurulamamıştır. Bunun nedenleri, Devrimlerimizin toplum katlarında yeterince derinleşmemelerinde ve de Mimarlarımızın Kurtuluş savaşımızı, devrimlerimizi, yeterince algılayamamış olmalarında... Kaygı, daha çok, biçimin nereden aktarılacağıdır. Doğulu muyuz? batılı mıyız? Bu soru günümüze bile gelebilmiştir. İlle bir yere yamanma koşuluna inanmak zorunluğunu duymaları, zayıf kişiliklerinin nedeni olan kimseler, kamuoyunu bu amaçtan daha önemsiz yönlere saptırıcı soruyla, oyalayıp durmuşlardır. Oysa biz ne doğuda idik, ne de batıda; ayaklarımızın bastığı yerde idik. Ve bu kimselerin, nerede olduklarını bilmeleri için, ayaklarının yere basmaları gerekiyordu... Ama iç çamaşırını cevizle boyayıp da savaşa koşan bir halkın mimarının Ankara Palas'ı yapması, bir başka açıdan bir başka gözükür. Atatürk’ün de bu ikinci açıdan gördüğünden hiç kuşkum yok.”

 

Anadolu’nun, Doğunun ışığının Batıyı aydınlattığını biliyor ve ekliyor: “Batılıların uygarlığı ne biçim uygarlık ki? Bir yüzyılda (20. yüzyılda) yüz milyondan çok insanı öldürebiliyor paylaşım için. Bugün bile sömürge savaşlarını sürdürüyorlar acımasızca. Yeryüzü mimarlığını bütün insanlığın birikimi olarak görmeliyiz. Ayasofya bir Anadolu yaratısıdır ama bütün insanlığın öz malıdır. Mimarlıkta gerçek bir devrimdir, koskoca bir kubbeyi dört ayağa oturtan… Mimar Sinan’ın yapıtları da öyle.

 

“Kentsel dönüşüm aldatmacadır” diye uyarıyor, Bektaş: “Kentin değerli yerlerini, yeşil alanlarını, daha imar planları düzenlenmemiş yerlerini, yasa dışı yollarla, ilişkilerle çok ucuza elde ediyorlar. Varsa orada yaşayan insanları yerlerinden ediyorlar. İnsanımızın yaşama kültürüne saygısız, “konut” dedikleri yapılar üretiyorlar. İnsanlarımızın ödeyebileceğinin çok üstünde tutarlarla… İnsanları, bunları, güvence nedeniyle edinmek zorunda bırakıyorlar... Bakalım nasıl arınacak toplumumuz bu kirliliklerden?” Tüketimi pompalayanların, her şeyi parasal kazanç adına çabuk eskittirenlerin, onların moda terzilerine dönüşmekte olan mimarların, mesleklerini insanlığın geleceği adına doğru tanımlamalara oturtmaları gerekmektedir. Bu onların bütün dünyaya karşı da sorumluluklarıdır.”

 

“Görkem adına abartılı” yapılardan da endişeleniyor Bektaş: “Şöyle ya da böyle varsıl olmuş olanların çoğunluğu yalnızca paraya inanıyorlar. Sinemada, TV’de görülen yaşama biçimine, tecim koşullarına göre, yalnızca daha çok kazanmak için, çok kez ormandan, su havzasından çalarak gerçekleştirilmiş bir “getto” içindeki kişiliksiz, kimliksiz konutlarda oturabiliyorlar. Bu türlü yerlerin orta çağdaki gibi koruma duvarları bile var. Bu alanlara ancak denetimden geçilerek girilebiliyor. Buralarda yaşayanlar, konutlarının yerinin kentle, toplumla ilişkisinin kopukluğunun, özekten-tarihsel çekirdekten uzaklığının, ulaşımın buna göre tasarlanmamış oluşunun yaşamlarını nasıl etkilediğinin de ayrımına varamıyorlar... Kentlerimizi anamalın çıkarlarına, onların pazarlarına bırakmış gibiyiz. Kenti “mimarlıkların pazarı” olarak görebiliyoruz. “Şirketler”, “imar kuralı” şu bu dinlemiyorlar... Mimarlık, şirketlerin “reklam” aracına dönüşme sürecine girdi... Yoksulların sorunlarının çözümü üzerinde çalışan bir planlama girişimi kalmadı.”

 

İşleve, dikkat çekiyor Bektaş: “okumuşlar bile -belki de özellikle onlar- "Misafir Odası” kurbanlarıydılar. Evlerinin en büyük en güzel yeri konuklarına ayrılıyor, kapılar kapanıyor, kendileri 8-10 metrekarelik küçücük odalarda geçiliyorlardı günlerini gecelerini, ışıksız, havasız... Yarı aydın ev kadını için mutfağın "renkli fayans"ı, kullanışlılığından daha önemli olabilmektedir. Çocukları için bir oyun-çalışma yeri düşünmeyen ana-babalar, "misafir odası" dedikleri bir gösteriş odasına yüzbinler harcayıp kapısını kilitleyebilmektedirler.”

 

Özellikle son yıllarda koruma adına yapılan kırıma karşı da sessiz kalmıyor Bektaş: “Koruma düşüncesi, insanın bugününün ve geleceğinin sorumluluğunu taşımalıdır. Geçmişi var olanı dondurmak, çağın insanı için yaşanmaz duruma getirmek, "koruma" değildir... boş kalan ev, insansız kalan ev yaşayamaz... Yaşamı koruyamayan hiç bir girişim, insanlık adına olumlu bir girişim olamaz... Bir kaplumbağa kabuğu, içinde canlısı yoksa ancak üzünç verir. Kısacası, koruma ancak, yaşatarak olanaklı. Kilitli kasalar içinde çok iyi korunan kitaplar düşünün. Öyle iyi korunuyorlar ki el sürüp, içindeki bilgilere bile ulaşamıyorsunuz. Korunacak olana en büyük saygısızlık onu "kopya" etmeğe kalkışmaktır. Öz, asıl olana saygı, ancak kendi de öz, asıl olmayı bilerek gerçeklik bulur. Çağının gerçek ürünü olan bir yapıtın yanına, ancak gerçekten çağdaş olan bir yeni yaratı yakışabilir. Yüzyıl önceki koşullarda, o günkü yaşama biçiminden, o günkü yapım yöntemlerinden, o gün geçerli ilkelerle doğmuş bir yapının, bugün tıpkısını, benzerini yapmak en az yüz yıllık geri kalmışlığı gösterir. Geçmiş olan yüz yılı kavrayamamış olmayı gösterir. Anlamayanlar "kopya" ederler...”

 

Merkezi ve yerel yönetimler konusunda da uyarıyor, Bektaş: “Yasalar, toplumları, en azından bir kuşak geriden izler doğal olarak. Onları yapanlar geçmişin deneyimleri üzerine kurmuşlardır düşüncelerini... Yetkilerin yerel yönetimlere geçmesi bir adımdır ama önemli olan yetkinin nasıl kullanılacağıdır...plan olsa bu kadar rahat at oynatamayacaklar... Danışma, onay gibi meseleler yöredeki belli kurullara bırakılmalı.

 

Hemşerilik duygusunun güçlendirilmesini istiyor Bektaş: “Soruyorum herkese: Sizin bir sokağınız var mı? Alanınız var mı? İnsanların birbiri arasındaki sevgiyi, dayanışma duygusunu, komşuluğu ve hemşeriliği canlandırmak en güzel tasarımımız kısacası... Böyle bir toplumdan gerçek mimarlık programları çıkabilir bir gün bakarsınız... Biz de gerçek programlar üzerine kurulmuş bizim toplumumuzun yapılarını yaparız... II. Beyazıd (şair, hattat, müzik yapıyor) 1488'de... Demiş ki mimarbaşına Mimar Hayrettin’e: "Bana bir yapı yap! İçinde karasevdalılar sağlıklılaştırılsın!"

 

Antik çağın “insanı kent yarattı” sözüne değinen Bektaş: “Bir çakıl, tek başına çakıl olamıyor. Ancak öteki taşlarla birlikte karşılıklı etki tepki olayının içinde çakıllaşıyor. Bedri Rahmi'nin çok güzel bir deseninin altına yazdığı bir tümceyi hiç unutmam: "Seni düşündükçe içimde bir çakıl taşı ısınır." İnsan, başka insanlarla daha bir insan oluyor.

 

Dünyaya petek gözle bakma” çağrısını yapıyor Bektaş: “Bu, Mavi Yolculuk için kullandığım bir terimdi. Yani her disiplinden insanın bir araya gelebilmesi... Devamlı değişeceksiniz, değişmediğiniz gün ölmüşsünüz demektir. Akıyor zaman ve siz bu zamanın içinde zorunlusunuz gerçekten kendinizi de güzelliklere doğru akıtmaya, bunun için çabalamaya... Benim değişim dediğim şey, üzerine bir şeyler alır anlamındadır. Gözünüz artık bildiğiniz kadar göreceği için düne göre daha çok şey görür. Çünkü ne kadar bilirseniz, o kadar görürsünüz... bilgisayara karşın, şuna inanıyorum ki, günde en azından birkaç saat okumalı insan... tek yönden değil. Batı'dan, Doğu'dan, her yönden beslenmeli insan.”

 

Bir yapı yaptı, yıllardır örnek oldu herkese ama kıyıların betonlaşmasına karşı çıkıyor ve durdurun bu çılgınlığı diyor, Bektaş: “kişiler, meslekleri gereği, en çok 30 gün bu yazlık(!) evlerini kullanabilirler. Buna göre 335 gün, buraları boş, bakımsız duracak demektir. Bu, gizli işsizlik gibi, gizli yaşamsızlık demektir. Bu, bitkilerin hayvanların ölmesi, denge bozulması demektir. İşte asıl çevre kirlenmesi, kültür barbarlığı budur.”

 

Çırak, kalfa, usta zincirine dikkat çekiyor: “Kimileri biraz bir şeyler öğrendi mi, hemen kendisini göstermeye kalkışıyor. Bakıyorsunuz “boş zamanlarımda azıcık resim yapayım” derken ressam oluveriyor, sergi bile açıyor hemen... O kadar çok sergi açılıyor ki şu günlerde... Her davul meraklısı yorumcu olup çıkıyor.”

 

Mimar olacaklara da Doğan Kuban’ı okumalarını öğütlüyor. Örnek aldıklarını sıralıyor Bektaş: “Şiir babam Fazıl Hüsnü Dağlarca… Ondan örneklenerek, hiç kimseyi, onu da “kopya” etmedim. Hiçbir akımın içinde olmadım. Söyleyeceklerimi en az sözcükle, doğrudan söyledim. Mimarlıkta bellediğim ilk usta, kimi davranışlarını onaylamasam da Sedad Hakkı Eldem idi.”

 

Sapho’yu birlikte Türkçe konuşturdukları Azra Erhat’ın şu sözlerini anımsatıyor: “Edebiyatımızın iki büyük kusuru var: Biri kökensizlik, öbürü kolaya kaçma. İkisi de aynı kapıya çıkar, bir çeşit bilinç ve sorumluluk noksanına dayanır... Çaresini söyleyemem de sonucunu tüm açıklığı ile ortaya sermek isterim. Okunmuyor kitaplarınız diyeceğim yazarlarımızın birçoğuna. ‘Hayır okunuyor, madem ki satılıyor’ diye karşılık vermeleri değer bile taşımaz: Bir edebiyat eserinin satılması değil, çınlaması, dilden dile dolaşması, yankı uyandırması gerek. Nazım Hikmet'in bir zamanlar tutukevinde iken şiirlerinin dışarıya sızması, ağızdan ağıza dolaşması gibi. İşte böyle bir edebiyatı özlüyor bugün Türk okuyucusu." İşte böyle bir sanat, kültür, yazın ve yapıyı özlüyor.”

 

Mersin 52 Kat’ın mimarı Cengiz Bektaş’ı özlüyor Türkiye. Binaları ve dizeleriyle yaşıyor yüreğimizde: “Her yanımız çiçek/ -Sevmek- çiçekleri/ Yaşamayı sevmek/ Çalışmayı sevmek/ Sevmek işimiz/ Elimizin usumuzun emeğini/ Dolu dolu/ Yüreğimiz titreyerek/ Sevmek işimiz/ Bizden olanı/ Dosdoğru sevmek/ "Dostuna dost, düşmanına düşman"/ Olmayı bilerek/ İşimiz sevmek/ Yerimizi yurdumuzu/ Suda yelen ateşte/ Sevmek birliğimizi”

 

 
  YAZARIN ARŞİVİ
 
 
 
  YORUMLAR
 

 

  YORUM YAZIN
 
Adınız Soyadınız
 
Yorumunuz
 


 



ANASAYFA
MASAÜSTÜ GÖRÜNÜM
HABER ARŞİVİ


KÜNYE


İLETİŞİM

mersinhakimiyet.com © Copyright 2025 Tüm hakları saklıdır.
İzinsiz ve kaynak gösterilemeden
yayınlanamaz, kopyalanamaz, kullanılamaz.


URA MEDYA