Anadolu Platon’u o kadar kanıksamış ki onu Eflatun olarak sahiplenmiş. Adının kökeni Platon’dan gelen Gülnar (Tepe köy) kökenli, Mut doğumlu, Silifke, İçel sevdalısı Eflatun Yüzbaşıoğlu öğretmen, gazeteci, şair, yazar, ressam, fotoğraf sanatçısı, halkbilimciydi. Ödüllü bir okurdu. İyi bir radyocuydu. Radyo Ses FM’de Hatice, Derviş Korkut ile güzel işlere imza attı. Ne yazık ki Silifke’nin bu güzel sesi de sustu. Radyo kapandı. Kulağı hep TRT Çukurova’da, TRT Türkü’deydi. TRT Çukurova Radyosu’nda taktir ettiği adlar vardı. Büyüleyici sesiyle Hafize Okan, Hakan Erondor ve program yapıcısı Esra İlkkurşun, Necla Akbulut... Radyolara kendi çapında katkılar sundu. Silifke halk kültürünü anlatırdı. Son yıllarda iç dünyasına kapanmaya başladığında radyoya ilettiğim şiirlerinin okunması onu yeniden umutlandırıyordu.
Gülnar Tepe köyünden ormancı babasının görev yaptığı Mut’ta 11 Temmuz 1955 tarihinde doğdu. İlk ve ortaokulu Silifke’de okudu. Türkiye sevdalısıydı. Bir yanı Diyarbakırlıydı. Vejetaryen, kahve, meyhane bilmez Diyarbakırlı arkadaşına “Ben et, ciğer, kebap, çiğköfte yemeyi Diyarbakır surlarının dibinde öğrendim. Kâğıt, taş oynamayı da. Sen değil, ben Diyarbakırlıyım” derdi. Öğretmen okulunu okuduğu Diyarbakır’ı ve arkadaşlarını hiç unutmadı ve mezunların buluşmalarında öğrencilik ve öğretmenlik günlerini yeniden yaşardı.
Çok sevdiği öğretmenlikten erken ayrıldı. Okul, öğretmenler, öğrenciler ve eğitimin bu kadar bozulması, onu çok sevdiği mesleğinden kopardı. Önce Toros zirvelerinde sonra Akdeniz’in kıyısında “güzel günler göreceğiz, çocuklar!” diyerek onca yoksulluk ve yoksunluğa karşın sürdürdüğü öğretmenliği bıraktı. “Çocukları sürekli beden eğitim adına bahçede tutanlara”, “Sağ olsun veliler, ben hiç yorulmadım. Velilerin kendileri çocuklara okuma yazmayı öğretti” diyenlere, “öğretmenliği alışverişe dönüştürenlere”, (adam kayırıcılık yapanların yaranmak ya da üsten gelen emirlere uyarak, çoğunlukla eş durumundan gelenler yorulmasın diye) yöneticilerin ona “Üç yıl üst üste birinci sınıf vermesine”, “Ben çocukları tam yetiştiriyorum elimden alıyorlar” diye çok içerledi. Bir de okulda öğretmen arkadaşlarına yazdığı “Silifke Halk Kültüründen Derlemeler” adlı kitabını imzalayıp armağan ettiğinde, birinin elindeki kimliği öğretmenler odasında masaya sertçe atarak “insanın kimliğinde Silifke yazmalı” demesi çok ama çok ağrına gitti. Boğazı düğümlendi. Diyecek çok şeyi vardı ama diyemedi. Onun aklına yüreğine kazılıydı, Silifke. Bunu en güzel yolla yazarak, çizerek anlatıyordu. Okuyan çocukları Ayfer’i, Çiğdem’i vardı. Tek maaşla onları okutabilmenin savaşı içindeydi. Emeklilik dilekçesini verdi. Bankadan kredi çekip hiç kimseye boyun eğmeden, birilerine borçlu kalmadan onları okuttu.
Kimseye aldırmadan, saldırmadan, karışmadan yazmayı çizmeyi sürdürdü. Yazı hayatına şiirle başladı, ölümün pençesinde bile şiirden kopmadı. “Gelişi güzel sözcükleri, dizeleri arda ada ekleyen”, “istek üzerine şiir yazılır”, “kitap basmak için çalakalem yazılanların” yazarı değildi. “Benim bu kadar şiirim var kitap olur mu?” diye soranlara biraz okumalarını önerirdi. Yaşamı boyunca bir şiir kitabı okumadan; şiir kitapları olunca şairliğini ilan edenlere şaşırırdı. Silifke’nin Sait Faik’iydi. Orhan Veli’siydi. Şiir damarı çok güçlüydü. Şiirleri üzerinde yıllarca çalıştı. Şiirlerinin demlenmesini bekledi. Her üç kişiden dördünün şair olduğu bir ülkede kendi kendine “ben şairim” demedi. Türk ve dünya şiirini de bilen Eflatun Yüzbaşıoğlu’nun şiirleri çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı.
Duygu ve düşüncelerini dizelere bir nakış gibi örüp, akla ve yüreğe bir ok gibi saplıyordu. Şiirlerinin kaynağı hayat, hayatının izdüşümleri de şiirleriydi. Bir arayıştı onun için hayat: “Aramak/ seni arıyorum/ hiç bulamadığım seni/ beni arıyorsun/ hiç bulamadığın beni.” Ve hayat bir filmdi: “Film/ Mevsim kış, yaprak sarı/ Kuytularda gizlice çürür/ Zaman bir akrep olmuş/ Yüzünle birlikte yürür/ Alışkanlıktır yaşamak/ bizi peşinden sürür/ Ölüm nedir ki/ İnsan yaşadıkça ölür/ Hızlandırılmış bir filmdir/ Dönüp bakınca ömür” Pıtrak gibi yayılan günümüz şiirlerinde ve şiir kitaplarında karşılaştığımız zorlama ve sıkıcılık Yüzbaşıoğlu’nun kitabında yoktu. Bir nedeni şiirlerin yılların süzgecinden geçmiş olması bir nedeni de şiirlerin genel anlamda yaşadığımız kirlilikten etkilenmemesiydi. Yalın anlatımı ile Yunus Emre’den Karacaoğlan’a, Dadaloğlu’ndan Nazım Hikmet’e şahlanan şiir geleneğinin Silifke’deki poyrazıydı, Eflatun Yüzbaşıoğlu. İlk (şiir) kitabıyla gerek içerik, gerek dizgi, baskı ve sevimli mermer desenli mavi kapağı ile insanları kucaklamak istedi.
Yazmak, çizmek, fotoğraflamak, derlemek yani insanlığı beslemek kadar beslenmek önemliydi. Özel bir kitaplığı vardı. Okumak, araştırmak onun ekmeği ve suyuydu. Silifke Halk Kütüphanesi’nde okumadığı yazınsal, araştırma kitabı, dergisi kalmadı. Her yıl en çok kitap okuyan kişi ödülünü alırdı. Kütüphaneler başka kurumlardan kaçıp rahat etmek için gelmek istedikleri yerdir. Eflatun Yüzbaşıoğlu çok kitap okuduğu için ona birden çok kitap almasına izin veriliyordu. Yeni görevlilerden biri bu kadar çok kitap almasına şaşırdığı yetmez gibi dayanamayıp sordu: “Hocam bu kadar kitabı ne yapıyorsun?” Sinsi, “Seni, seni, yakaladım seni” diyen bir bakışla çoğunlukla içte “Ne çıkarı var? Para mı kazanıyor?” sorusunu dolaylı yoldan soruyordu görevli: “Bunların hepsini okuyor musun?” Eflatun Yüzbaşıoğlu, karıncayı bile incitmekten kaçınan yapısı yüzünden susardı. “Kuyunun dibindeki kurbağaların dünyayı kuyunun ağzı kadar sandıklarını” ve “Ne kadar bilirsen bil; ne kadar anlatırsan anlat, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır” gerçeğini o kadar çok yaşamıştı ki sadece gülümseyip geçti. O görevlinin “yahu Hocam, ben de bir kitap okuyayım dedim başıma ağrı girdi. Okuyamadım. Sen nasıl bunları okuyorsun!” demesine de bir yanıt vermedi. Suskunluğu sessiz bir çığlıktı.
Resim ayrı bir tutkuydu onda. Değişik teknikler kullanmayı severdi. Dışarıdaki dünyanın öğretmenler odasından farkı yoktu. Atölyesi eviydi. Kimseden bir şey istemezdi. Rıfat Karaduman, Taşeli Kültür ve Eğitim Derneği’nin Emek-İş Hanı’ndaki bir bürosunu ona verdi. Mutluydu. 11 kişisel, iki karma resim sergisine katılmasına, yurtiçi ve yurtdışı koleksiyonlarda resimleri bulunmasına karşın ilgisizliğe, ötekileştirmeye dayanamadı. Yıllarca katıldığı Silifke Festivali sergilerinden çekildi. “Beni görmezden geliyorlar. Sergiyi gezerken beni atlıyorlar. Her yıl resim satın alıyorlar. Ben armağan ediyorum. Duvarlarına asmıyorlar. Ben pazarlamacı değilim. Derdim resim satmak değil. Tablonun içine makam sahiplerini işleyip de göz boyamam. Ben boyacı, yağcı değilim yağlıboya ile resim yaparım.” Armağan ettiği tabloların kurumlardan eve götürüldüğünü biliyordu. Bunu içine zorda olsa sindiriyordu. En acı olan ise armağan ettiği iki tabloyu o kurumun önündeki çöp tenekesinde bulmak oldu.
Çok değerli bir fotoğraf makinesi vardı. Hemşerisi dünya çapında fotoğraf sanatçısı olan İsa Çelik de çok beğendi, o makine ile Eflatun Yüzbaşıoğlu’nun kitaplarının arka sayfasında yer alan fotoğrafını çekti. İsa Çelik ile birlikte davet edildiği etkinlikte ikram edilen ayran için sonradan bağış adı altında para istenilmesine çok kırıldı. Alıcı kuşa dönmüştü çevredekiler. O ise küçücük gagasıyla ormandaki yangını söndürmeye çırpınan serçeydi. Kıyıda seyredenlerin “ne yapıyorsun? O kadar su ile yangını söndüremezsin” diyenlere “Ne yapayım benim gagam bu kadar su alıyor” diyerek zaman yitirmeyi de kabul etmedi. Halk Kitabevi’ne sığınan tek bacaklı bir kuşa hayran hayran baktı: “İşte hayat bu!” dedi.
Şiir, öykü, deneme, araştırma ve derlemelerinde yazdığı, resimlerini yaptığı Silifke’yi dağ taş gezip fotoğrafladı. “Silifke Köy Evleri” ve “Ağaçlar” adlı iki fotoğraf sergisi açtı. Resim, fotoğraf çok masraflı işlerdi. Çocuklarının değil kendi boğazından keserek bunları yapıyordu. Her yerin betonlaştığı bir süreçte nasıl sözlü Halk Kültürü’nü kayıt altına alarak kurtarmışsa, evleri, ağaçları, insanları, hayvanları, kır çiçeklerini resim ve fotoğraflarla ölümsüzleştirdi. Kitaplaşması için yapılan girişimler ipe un serenler yüzünden boşa çıktı. Eflatun Yüzbaşıoğlu’nun bir kanadı daha kırıldı. Ardından ışık, enstantane, fotoğraf filmi, makine dijital çağla fotoğraf “sanat” değil “kullan at” oldu. Derken cep telefonları fotoğraf makinelerini yuttu, sanal alem de fotoğrafı tozuttu. Kitaplaşacak fotoğraflarını da bağışladığı yerde toz yuttu.
Çok yönlü bir aydındı Eflatun Yüzbaşıoğlu. Gazeteciydi. Asla kalemini tehdit, çıkar, göz çıkarma, yok etme, ezme, intikam, yer ve servet sahibi olmak için kullanmadı. 1983’te, Adana’da yayınlanan bölge gazetesi Güney Haber’de gazeteciliğe başladı. Silifke’de yerel gazeteciliğin sahne arkasındaki en önemli adlardan biridir, Eflatun Yüzbaşıoğlu. Sesimiz, Silifke, Mersin Yerel Basın’a katkılar sundu, genç gazetecilere emek verdi. Yaşasaydı Hakimiyet Gazetesi’ne, Canaran’a canla, başla yazardı. Sadık Civelek ile güzel işlere imza attı. Çok sayıda haber, dizi yazı ve röportajının yanında yarışmalar, ödüller ve dergi, kitap çalışmalarına rehberlik yaptı. Serdar Güngör’ün engelli çukurundan çıkmasına yardım etti. Kıskançlığa yol açmasın diye takma adla yazılar yazdı, sayfaları doldurdu. En çok üzüldüğü konu kentin bir arşivinin olmaması ve Silifke Gazetesi arşivinin Seka’ya hurda kâğıt olarak verilmesiydi. Silifke basın tarihinin en iyi belleğiydi, Eflatun Yüzbaşıoğlu. Arkadaşı Necdet Canaran da bunun tanığıydı. “Gerçek anlamda bir gazete çıkaralım, olmazsa bir dergi, Yaşar! Silifke kültürünü yaşatalım! Ben, sen, Necdet, Celal Ağabey, Mustafa İnceoğlu… bu kadar gelen giden yazsın, çizsin!(…) Bende para yok. Kalem, fırça tutan el para tutamıyor ki. Sen de geleni gideni ağırlamaktan ne para tutabilirsin ne de kalem.” Aradan bir öğretmenin sesi böldü hayallerimizi: “Dost biriktireceğine para biriktirseydi çok zengindi, Yaşar!” Yoksulluğumuzda utanılacak bir şey yoktu. Altın, mal, mülk, kâğıt para tutmayan eller kâğıt kalem, tuval, fırça, fotoğraf makinesi tuttu. Gerçek zenginlik Eflatun Yüzbaşıoğlu’nunkiydi.
Güney Haber’deki “Köy Geceleri” adlı köşesi başlattığı Silifke halk kültürüyle ilgili araştırma ve derlemeleri “İçel Kültürü” dergisinde sürdürdü. “İçel” adının Mersin’e dönüştürülmesine çok içerledi. “İçel” adının yaşatılması için seslendi ama duyan aldıran olmadı. Kentin milyonlarca yılda oluşan değerli tarım arazileri gidiyordu; yüzlerce yıl doğaya ve insana direnerek ayakta kalan tarihi eserler, tarihsel doku, özgün tarihi evler ve o evlerin içinde atalardan dedelerden dilden dile, yürekten yüreğe aktarılan sözlü kültürün son temsilcisi insanlar. “Kıran girmişti kıran!/ bir ben miyim aldıran!” Sesi soluğu tükenmeye başladı:
Kendi olanaklarıyla “Adresim Akdeniz (şiir, 2000), Silifke Halk Kültüründen Derlemeler (halk kültürü, Göksu Vakfı yayını, 2001), Alkışlar Kime (yazılar, 2002), Güneşi Vuran Adam (öykü İki Baskı yaptı, 2003) Sana Yazamadıklarım (şiir, 2003), Memedim Atar Emmisi Gapar (öykü, 2003)” kitaplarını yayımladı. Elinde “Ağanın Çakalları (öykü), Güz Mavi Kuş (şiir), Akdeniz Şöyle Buyur (yazılar), “Silifke Köy Evleri”(fotoğraf) ve “Ağaçlar” (fotoğraf) kitap dosyaları vardı. Özellikle öykü kitaplarına yediden yetmişe herkes bayılıyordu. İkinci baskı yapmıştı.
Adresi Akdeniz, ikinci adresi Halk Kitabevi’ydi. Gelen giden yazar, şair, ressam, arkeolog, çevirmen, okur, araştırmacı ile tanışıp konuşurdu. Celal Taşkıran’ın anılarını ölmeden kayıt alınmasını o sağladı. Çaltıbozkır’dan Narlıkuyu’ya, Susanoğlu’ndan Yeşilovacık’a her köyden fıkra anı, öyküleri pırıl pırıl parlayan zihninde tutar ve anlatırdı. Çocuklarla çok mutlu oluyordu. Yalansız ve riyasızdı onlar. Rulo defter kaplarının kılıç yapıp çocuklarla oynardı. Üzüldüğü konulardan biri de Özcan Seyhan’ın çalışmalarının kitaplaşmasıydı. 2000 yılında Kültür Bakanı İstemihan Talay Silifke’ye geldi. Rica ettim. Vali Şenol Engin’le Kaymakam Mehmet Ünal birlikte Özcan Seyhan’ı çaresizce öleceğini bilmeden beklediği hasta yatağında ziyarete gittik. Talay, 7 klasör Folklor çalışmalarının basımı için söz verdi. Eflatun Yüzbaşıoğlu’dan rica ettim. “Mektuplar”ını ben, “Silifke Yöresinde Yerel Sözcükler ve Deyimler”i o yayınlamak üzere gece gündüz çalışarak hazırladık. Ama yayımlanmadı.
Çok anlamlı yazılarından biri de “Alkışlar Kime?”ydi: “İyi ki, iki elimiz var. Ya bir elimiz olsaydı… Tek elle birçok işi yapamazdık. Belki sanayi ve teknolojide gerilerde kalırdık… Birbirimizle böylesine savaşamazdık… Dev kentler kuramazdık… Kısacası, değişik bir dünyamız olabilirdi… Ama en önemlisi, tek elimiz olsaydı “alkış” tutamazdık… Kimseleri alkışlayamazdık… Seçim zamanı siyasetçiler yollara düşer, meydanlara inerler. Çoğunlukla, bağıra çağıra konuşur; aslı astarı olmayan şeyler söylerler. Biz hemen alkışlarımızla onları yüreklendirir, coştururuz. Alkışlar çoğaldıkça ipin ucunu kaçırırlar, yüzyılda bile gerçekleşmeyecek vaatlerde bulunurlar… Kısa zaman sonra, alkışlarımızın “acılı faturaları” zam ve vergi olarak adreslerimize gelmeye başlar… Stadyumlarda bir “topuk” hareketi: Alkış… Bir “vole”: Alkış… Bir kafa bir yumruk: Alkış… Batıda emekli olmuş, otuzunu aşmış sakat oyunculara milyarlarca lira verip alıyoruz… Daha hava alanında onlarca, yüzlerce gazeteci… Binlerce taraftar… Patlayan flaşlar, alkışlar… Adamlar niye uğradıklarını anlamayıp, şaşırıyorlar… Çevrelerine bakınıyorlar, başka kimsecikler yok… Demek ki bu alkışlar kendilerine… Bir taraftan, “Nereye geldik?” diye düşünürlerken, bir taraftan da Batıda geçirdikleri yıllara yanıyorlar… Bir kafa bir yumruk: Alkış… “Ölmeye, ölmeye geldik”: Alkış… Sahnelerde, televizyonlarda şarkılar, şarkıcılarımız… Tek şarkı, çok şöhret… Ne biçim şarkı, o biçim alkış… Bileklere, göğüslere atılan jiletler, bağırıp çağırmalar… Yüz binlerce kaset; çok para, çok alkış… Erkekleri “beyefendi”, alkış… Kadınları “hanımefendi”, alkış… Öbür yandan sanata alkış yok… Romana, şiire yok… Sevgiye, emeğe, alın terine, dürüstlüğe alkış yok… Atalarımız ne demiş: Bir elin nesi var, iki elin sesi var… Doğrudur: Bir elin nesi var, iki elin “şak şak”ı var… ALKIŞI UCUZ OLAN TOPLUMUN, YAŞAMI DA UCUZ OLUR… Yazının sonuna gelmiş bulunuyorum… Ellerimi bilgisayarın tuşlarından kaldırıp, uzun uzun baktım… İçimden geldi, bir alkış da kendime yaptım!…”
Özel yaşamında da son derece düzgün, örnek bir eş, babaydı. “Her büyük adamın arkasında, yüce bir kadın vardır” dünya atasözüdür. “Kadın adamı rezil de eder vezir de” Türk atasözü. Yaşar Kemal’i bilmeyen yoktur. Yaşar Kemal’i Yaşar Kemal yapan Tilda Kemal’di. Eflatun Yüzbaşıoğlu’nun sırtını dayadığı dağda Arife Yüzbaşıoğlu’ydu. Geceyi gündüzü, acıyı sevinci, yazıyı, araştırmayı, resim yapmayı, şiiri, Silifke sokaklarında, Taşucu’nda kıyıdaki yürüyüşleri, hayatı, ekmeği, suyu, havayı paylaşırcasına bölüştüğü, Arife Yüzbaşıoğlu. Onun, yüreği, aklı, eliydi. Yazılarını on parmak daktiloyla yazardı. Son zamanlarda tutmayan ayakları da oldu. Arife sırtını dayadığı bilge, sabırlı, sevgi dolu bir dağdı. Bir elmanın yarısıydı Eflatun, diğer yarısı da Arife. Adları da, yaşamları da, yürekleri de, akılları da yakışıyordu biri birine. Nedense erkekler önce ölüyor, gözü yaşlı kadınlar kalıyor geride.
Yaşamını sığdırmak olanaksız birkaç yazıya. O işledi yaşamını yaşamları yapıtlarına. “Sana Yazamadıklarım” adını taşıyordu ikinci şiir kitabı: “Sana söylemek istediklerim vardı, söylemedim.../ Anlatmak istediklerim vardı, anlatamadım.../ Yazmak istediklerim vardı, yazamadım.../ Sonra, Akdeniz’in güneşinde solup gitti en güzel yıllarımız.../ Artık günler daha kısa, saatler daha değerli./ Ve yazmalıyım dedim.../ işte; “Sana yazamadıklarım.”
Üretken ve çalışkandı Göksu ırmağı gibiydi. Doğduğu Toroslardan Akdeniz’e kavuşmak istiyordu. Kavuştu: “Yarın Yoksun/ Dün yoktun/ Bugün varsın/ Hataların da var/ Toprağıma sızan/İnce bir su’sun/ Bugün varsın/ Duyuyorum bunu/ Yanı başımda/ Az ötemde/ Çiçeğe durmuş/ Ağaçlar gibisin/ Yarın yoksun/ Hataların da yok/ Duyuyorum bunu/ Ne el ne ayak/ Yarın yoksun/ Ama toprağımda kalan/ Taşkın bir su’sun.”; “Güzdü/ Yağmur yağıyordu/ Evlere, sokaklara/ Uzaklardaki yalnızlıklara/ Uzun bir yazın sonuydu/ Çocuklar geçiyordu/ Çığlık çığlığa/ Aramızda/ Bütün dünyanın sessizliği/ Bir sel gibi akıyordu/ Çocuklardı ardı ardına/ Çocuklardı ağır çekim/ Düşen bir gül gibi/ Ağır çekim/ Değdiği yeri yakıyordu/ Çocuk yüzleriydi/ Yaklaşınca/ Yaklaşınca dağınık/ Yaklaşınca uçkun/ Bir resim oluyordu/ Vurgun yemiş gibi dilsiz/ Uzak yalnızlıklarda/ Çelimsiz/ Dokunsan kırılacak/ Bir çiçek üşüyordu/ Çocuklardı/ Köyler gibi uzak/ Uzak bakıyordu/ Aramızda/Bütün dünyanın sessizliği/ Bir sel gibi akıyordu”
Akdeniz’e karıştı. Sayağzı mezarlığında, komşu olduğu, Silifke sevdalısı Ünal Ünüvar ile birlikte karşıdaki Silifke Kalesini seyrederek, ayaklarının dibindeki Göksu Irmağına karışarak, Toroslardan, Göksu vadisinin, Akyokuş’un bağrından esen deli poyrazla, Akdeniz’e, ölümsüzlüğe adım attılar. Sıralarını savdılar. Bizi bir başımıza, elimiz böğrümüzde gözü yaşlı koydular. Oysa Halet Çambel’in eşi Nail Çakırhan’ın dediği gibi “daha çok onlar yaşamalıydılar.”