Gitmekle kalmak arasında ince bir çizgideyim. O çizgi öyle keskin, öyle yakıcı ki… Ne gitmeye cesaret edebiliyor insan, ne de kalıp bu sessiz çığlığa alışabiliyor.
Nefes almanın bile ağırlaştığı bir dönemdeyiz. Oysa nefes sadece insana ait değil. Nefes, toprağın da, denizin de, ormanın da hakkı. Bir kuşun kanadında, bir karıncanın yürüyüşünde, bir ağacın gövdesinde saklı o kutsal döngü, artık gittikçe sarsılıyor. Ve biz… İnsanlık olarak farkında değiliz ya da olmak istemiyoruz.
Sanki bile isteye, göz göre göre bozuyoruz doğanın ahengini. Hırslarımız, doymazlığımız, egomuz büyüdükçe; ağaçlar devriliyor, dereler susuyor, hayvanlar yuvalarından ediliyor. Ve biz, betonun soğuk duvarlarında “ilerleme” diye adlandırdığımız bir karanlıkta yol alıyoruz. Oysa her nefes bir sorumluluk değil miydi? Her canlıya, her toprağa, her su damlasına karşı…
Bir dal kırıldığında sadece ağaç değil, tüm doğa sarsılıyor. Bir kuş suskunlaştığında sadece orman değil, tüm evren sessizliğe gömülüyor. Oksijen azaldığında ciğerlerimiz değil, vicdanlarımız yanıyor aslında. Ama anlamıyoruz. Anlamaya yanaşmıyoruz. Çünkü görmek istemediğimiz her gerçek, biz sustukça büyüyor.
Zarar verdiğimiz bu dünya, bizsiz de var olurdu. Ama biz doğasız bir hayatta var olamayız. Oysa en çok da biz zarar veriyoruz. Bu nasıl bir çelişki, nasıl bir inkar?
Kimi zaman anlatmak yetersiz geliyor. Konuşuyorsunuz, çırpınıyorsunuz ama anlaşılmıyorsunuz. Sözleriniz havada kalıyor, yüreğinizde koca bir yalnızlık. Çünkü doğayı savunmak, artık bir azınlığın derdi oldu. Ama ne yazık ki kaybeden çoğunluk olacak.
Dayanmak zorlaşıyor. İzlemek, sessiz kalmak, alışmak… İşte en çok da buna dayanamıyor insan.
Bazen gitmek geçiyor akıldan. Bir dağın yamacına, bir deniz kıyısına, betondan uzak bir yerlere… Ama sonra hatırlıyorsunuz: Kök saldığınız yer burası. Bu toprak, bu deniz, bu orman sizin de nefesiniz. Kaçmak değil, direnmek gerekiyor.